Fazla söze gerek olmadığını düşünüyorum. Sonuna kadar okumanız dileğiyle…
Eylül ayında başlayan ve bir yıl sürecek olan bir yolculuktu benimki… “Az gören” bir eğitimci olarak devlet okulunda bir anasınıfında, ilk görev yılımda ben de tam olarak bilmiyordum beni nelerin beklediğini. Belki zaman zaman zorluklarla dolu bir yolculuk olacaktı bu, belki de maceralarla, kim bilir?
Okulun ilk günüydü, farklı bir heyecan sarmıştı içimi. Öğrencilerimi sınıfa aldım, tabii velileri de. Önce çocuklarla tanıştım, sonra kendimi tanıttım onlara. Daha sonra da velilere tanıttım kendimi; kendimden kısaca bahsettikten sonra, “az gören” biri olduğumu, baston kullandığımı anlattım. Tüm veliler sessizce dinlediler. Sorusu olanlar sorsun, akıllarında benimle ilgili bir soru işareti kalmasın istedim ancak hiç kimse görme engelimle ya da eğitim süreci ile ilgili pek bir şey sormadı. Aslında çok şaşırmıştım, hiçbiri merak etmemişler miydi acaba “Az gören bir öğretmen benim çocuğuma nasıl eğitim verecek” diye?
Daha sonra, velilerle yaptığım ilk toplantıda öğrendim, okul idaresine zaman zaman gidip kaygılarını dile getirdiklerini. Bana sorup rahatlıkla öğrenebilecekleri bir sorunun cevabını aramaya çalışmışlar kendilerince. Toplantıda tüm sorular soruldu, kaygılar kısmen azaltılabildi.
Velilerle yapılan bu ilk toplantıya kadar birçok veli tam olarak iletişim kurmuyordu benimle; daha çok anasınıfı yardımcısı ya da idare ile görüşüyorlardı bazı konuları. Toplumun genel bakış açısı da bu değil miydi zaten? Engelli bir birey olarak, kendinizle ilgili soruların hep yanınızdaki gören bir başkasına sorulduğuna şahit olursunuz, bu da toplumun yeterince bilinçlendirilmemiş olmasıyla ilgilidir. Ancak yapılan veli toplantısından sonra velilerin bakış açısında, tavırlarında olumlu değişiklikler oldu; gün içinde, sınıfta yapılan çalışmalarla ilgili daha rahat ve sık konuşmaya başladılar benimle. Her ne kadar yetişkin insanların zihinlerindeki önyargıları yıkmak zor olsa da aza indirgeyebilmek sevindiriciydi.
Bir de sürece diğer taraftan bakalım. Öğrencilerime kendimi yani “farklılığı” anlatmak ve kabul ettirmek hiç de zor olmadı. Çünkü onlar 5-6 yaşında anasınıfı öğrencisiydiler; zihinleri önyargıdan uzak, yürekleri masum ve temizdi. Okulun ilk haftalarıydı, bastonumu kullanarak sınıfa girdim. Çocuklardan biri: “Öğretmenim, o ne?” dedi. Ben de “Size en yakın arkadaşımı tanıtayım mı?” diye sordum. “Bu benim en yakın arkadaşım, adı baston. Görmeyen ya da az görenler önüne çıkan engellerden kendisini haberdar etsin diye baston kullanırlar. Önüme bir engel çıktığında bastonum benden önce o engele çarparak ses çıkarıp bana haber veriyor. Bu nedenle ben de en yakın arkadaşımı hiç yanımdan ayırmıyorum.” dedim.
Bu konuşmayı öğrencilerime yalnızca bir kez yaptım ve bir daha bana bununla ilgili hiç soru sormadılar, aramıza sonradan katılan arkadaşlarına da kendileri anlattılar. Farklılığın farkına varmaları için somut bir örnek oldum öğrencilerime. Kimi zaman, yazıları daha rahat okuyabileyim diye oyun hamurundan masa lambası yaptılar bana, kimi zaman sınıfta bir olay yaşandığında anlatmak yerine elimden tutup sorunun yaşandığı yere götürdüler beni. Zaman zaman kullandılar görmüyor olmamı ama bunda bile bir masumiyet vardı.
Örneğin; bir gün, yemek saati geldiğinde çocuklar ellerini yıkamak için sırayla tuvalete gidiyorlardı. O sırada yemekler geldi sınıfa. Bir öğrenci gizlice bir kurabiye almış da yemiş bile, tabii benim haberim yok. “Öğretmenim bir tane kurabiye kaçırdım, çok lezzetliydi.” dedi. Çünkü o, çok iyi biliyordu sınıfta daha önce anlatılmış olan “Yalancı Çoban”ın hikâyesini, dürüstçe söyledi gerçeği.
Bir başka öğrenci saçlarını kestirmiş olarak geldi bir gün sınıfa. Yanıma geldi, tuttu ellerimi, saçlarına götürdü. “Öğretmenim bak, saçımı kestirdim, nasıl olmuş?” diye sordu; sormasaydı belki de fark etmeyecektim. Kimi zaman beni resimlerine baston kullanan bir öğretmen olarak konu aldılar, kimi zaman gören bir öğretmendim onların resimlerinde. Ancak “gören” olmak ya da “görmemek” hiç önemli kavramlar değildi onlar için, tek önemli şey vardı, çok sevdikleri öğretmenleriydim ben onların. Sınıf içinde onlarla baş başayken tarifsiz bir mutluluk yaşıyordum; kalıplaşmış fikirlerden, değiştirilemeyen önyargılardan uzak.
Bütün bunları anlatmaktaki tek amacım “imkânsız” görülenin nasıl başarılabileceğini biraz olsun yansıtabilmekti. Benim sınıfımın öğrencileri, sadece Dünya Özürlüler Günü’nde okul panolarına asılan birkaç yazı veya resimle tanımadılar “engelli” kavramını, birebir yaşadılar benimle.
Şunu biliyorum ki ileriki yıllarda karşılarına çıkan farklılıklara daha duyarlı olacaklar, yolda gördükleri engelli bir kişiye, toplumun büyük çoğunluğunun yaptığı gibi acıyarak bakmak yerine, şimdi olduğu gibi “normal” olarak kabul edecekler. “Öteki” kavramını kullanmayacaklar engelliler için. Unutmayalım ki hayatta herkesin yapabilecekleri vardır, yeter ki sınırlamalar olmasın; her yol aşılabilir, yeter ki engellemeler olmasın; her sıkıntının üstesinden gelinebilir, yeter ki önyargılar olmasın.
Görme engelli bir eğitimci olarak bu yazıyı yazmayı kendime bir görev edindim. Bu yazıyı okuyacak birçok kişi arasından birkaçı bile kendine bir çıkarım yapabilirse, bu toplumda bir kişiye bile farkındalık kazandırabilirsem, o zaman tam anlamıyla bir “eğitimci” olmuşum demektir.
Anasınıfı Öğretmeni
Canan ÇAM
Hayatta yıkılması en zor olan “duvar”, önyargılarla örülmüş olandır.
Önyargıları bir kenara bırakalım ki hepimizin hayatı kolaylaşsın; yaşanılabilir bir Dünya’mız olsun…